Tek parti döneminde yaşadıklarımızKöylü 20 davarın 10’unu öküzün birini, merkebin birini dağlara sürer, devlet adamı sayıma gelmeden akşama kadar eve gelmezdi.
İsmail DETSELİ
Yeni kuşaklar belki bilmeyebilir, 1938’den sonraki tek parti hükümetinin halka karşı yaptıklarını. Yaşı 80’e dayananlar iyi bilir ve benim gibi o günleri hayal meyal hatırlayanlar. Bir kısmı da anne babalarının anlattıklarından haberdar oldular. Halen o zulüm ve işkenceyi yaşamış ağabeylerimiz amcalarımız da yok değil aramızda. Ben de çok şeyleri hatırlıyorum, çünkü Demokrat Parti iktidarı 14 Mayıs 1950’ye kadar sürdü. Anadolu insanı çok zulüm gördü çok eziyet çekti, ne ürettiğini yiyebildi, ne malına ne de dinine sahip olabildi tek parti döneminde.
İşte hatırladığım ve dinlediğim kadarı ile o çekilen çilelerden bahsedeceğim. Ben DP iktidar olduğunda 5 yaşın üzerinde idim, ama yaşanan bütün olayların içerisinde vardım ve aklım da eriyordu. Nedeni ise köyümüzde yoksul bir ailenin tek erkek çocuğu olduğum için küçük yaşta benden gücümün üstünde beklentileri olurdu babamın anamın.
Ben İsmet İnönü’yü yine de hayırla yâd etmek isterim. Çünkü ölenin ardından konuşmak pek hoş karşılanmaz bizim örfümüzde. Lakin insanlara karşı yapılan eziyetler de unutulacak gibi değil. Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü’de büyük bir hırs, büyük bir otoriterlik baş göstermiş, bunu paraların üzerindeki atanın resimlerini kaldırtmaya kadar götürmüştü. Zaten o günün aydınları atanın ömrünün son günlerinde arasının İnönü ile pekiyi olmadığını açıktan söylemeseler de bu kulislerde ve halk tabakasında bilinmekte idi.
Onun için İnönü Ata’nın sevgisini ve bu ülkede iyi anılmasını önleyebilmek için birçok icraata başvurmuş, bunu başaramayınca da Türk halkına zulüm etmeyi kafasına koymuş ve bunu da gerçekleştirmiş. Yandaşı olanlar rahat yaşamış, alt tabaka ise açlığa ve yokluğa terkedilmiş, şeker yandaşlara verilmiş, kahve yandaşlara layık görülmüş, onların çocukları hata yaparsa, hatta cinayet bile işlese kurtarılmış, hoş görülmüş, ama bir garibanın çocuğu güneşe karşı işese, suç sayılmış daha neler neler.
KENDİ MALIMIZI ÇALARDIK
Ben harmandan öşür alındığını, davarlardan sığırlardan miri alındığını az buz hatırlıyorum. Daha ekin hasat edilip de harmanda düğen sürüldükten sonra tınaz savrulup çeç (buğday) meydana çıktı mı devletin bir adamı (öşürcü) köyün ileri gelenleri ihtiyar heyeti ile gelir harmandaki çeç elindeki bir asa veyahut etrafı ayak hesabı ile ölçülüp işaretlenir ve beklenirdi, artık devlete hakkını alacak o çeçten sonra sen evine götüreceksin. Fakir halkın çoğunun bunda dayanacak gücü yoktu. Birçok güçlük ile kaldırdığı buğdayını daha harmanda hökümet alıverir, sen bir sene nasıl geçinirsen geçin, onu soran olmazdı. Bir seferinde az aklım eriyor, babam rahmetli devlet ölçümünden sonra evde ekmeğimiz olmadığı için yahut da devlet öşürü almada biraz geç kaldığı için gece kendi harmanından biraz çeçin üzerinden bir iki teneke buğday almak istemişti. Anama da söyledi bu fikrini “garı biraz buğday çalalımda çeçten öğütelim, evde un yok çocuklar açlıktan kırılacak” diye. Gece gittiler. Yarım saat kadar sonra annem ağlıyor babam ise galiz küfürler ediyordu. Hatta babam “böyle hayat olmaz olsun kendi malımızın hırsızı oluyoruz, üstelik bir de dayak yiyoruz” diye hayıflanırdı rahmetli.
Meğer gece bu işleri harman yerlerinde takip eden devlet adamı karanlıkta bir yerlere gizlenmiş babamın kendi harmanından buğday aldığını görünce bastonuyla babamı bir hayli hırpalamış. Zaten babam hasta idi ama ondan dayak yiyecek kadar da değildi. Fakat devlet adamı olduğundan ve şikayet ederse “ne olurum” korkusundan evde hıçkırarak ağlıyordu. Daha başka geçimimizi sağlamak için taşıdığımız iki öküzden üç merkepten inekten, danadan ve çardağımızdaki üç beş davardan da miri alınırdı. Bu malların sayılarını az göstermek için köylü vatandaş 20 davarın 10’unu öküzün birini, merkebin birini dağlara sürer, devlet adamı sayıma gelmeden akşama kadar eve gelmezdi. Devlet adamı gittikten sonra eve getirirdik mallarımızı. Buna da halk dilinde sırkat kaçırma denirdi.
Bir seferinde sırkat kaçırma işi bana düşmüştü. Tarihi hatırlamıyorum ama benim yaşım çok küçüktü. Kaçırılacak dağları da pek bilmiyorum. Sabahın erken saatinde bir komşumuzla anam beni koştu, onunla köyden uzaklaştık. Ne kadar gittik bilmiyorum, ama çocuğum, uykum geldi bir taşın kovuğunda uyuya kalmışım. O zaman herkes “miriciler dağa çıkmışlar belki de yakalanacağız” deyince adam benim malları kendi malının içerisinden seçmiş ben de uyuyunca beni bırakıp gitmiş. Mallar da dağılmış bir uyandım ki yanımda kimseler yok mallarımızı ağlaya ağlaya topladım. O sırada kalınca bir ses geldi kulağıma “sen kimin oğlusun ulen” diye. Sesin geldiği taraf döndüm bir kadın ama elinde sigara, ha bire içiyor.
Şaşırdım, giyinişi köylü, sesi herif sesi, bu devlet adamı mı acaba diye ağlayarak “Detseli Osman’ın oğluyum emmi” dedim. Ses kaba olunca ben herif sandım onu. Yanıma yaklaştı “ağlama guzum ağlama dövletçiler getti, yanında ben varım heç korkma” deyince içim biraz rahatladı. Öğleden sonraları olmuştu, anam rahmetli geldi, elinde bir yağlı bazlama var “Ismaylım acıktın mı guzum?” deyince ben yine başladım ağıta. Yanımdaki kadın bana sahip çıkıyor, “ağlama” diyordu, ama onun sigara içmesi beni tedirgin ediyordu. Çünkü köyde kadının bilhassa o yıllarda sigara içmesi yadırganacak bir durumdu. Anam ile malları eve sürüp gelirken anama sordum “o garı dövletmi ana?” diye. “Aman yok guzum ona Botsalı Garı derler. Botsa’dan bizim köye gelin gelmiş. Depegöz denen bir emminin hanımı idi. Gocası öldü, guzum” diye anlattı. “İyi ki o gadın geldi yanıma ana, ben yoksa delirecektim korkumdan. Ahmat ağam beni bırakıp getmiş, çok gorktum” deyince ben “Hay guzum eyi ki bırakıp getmiş Allah tarafından, onları miriciler ağılda yakalamış bütün mallarını gayıt etmişler, üstelikte ceza da kesmişler” dedi.
Buna da üzüldüm. Ahmat ağamın adına. Onların kalabalık sürüleri olunca dağda göze çarpmışlar ve yakalanmışlar, ben de kurtulmuşum. O yıllarda bir malın mirisi, oğlak kuzu koyun keçi fark etmiyor, elli kuruşmuş, mirisi yetmiş kuruşmuş derlerdi. “Bir adam bütün sürüsünü şehre indirmiş, bunların kendisi elli kuruş mirisi yetmiş kuruş, ben ödeyemeyeceğim devletin olsun o mirisini ödesin diye keçinin boğazına bir kağıda yazdığı ile bırakıvermiş” diye anlatırladı. Bunları yazarken eski tanıdığım bir ağabeyim geldi yanıma “ne yazan ismailim?” diye sordu. Derbentli Ahmet Çanakçı abi idi. “Eski dönemleri yazarım” dedim.
Tıp Fakültesi Hastanesi, eskiden Göğüs Hastanesi iken orada sağlık memuru imiş. Şimdi emekli 1933 doğumlu. Eskileri çok yaşamış ve benden daha iyi vakıf her şeye. Başladı “ahh” çekerek anlatmaya. “Ne oldu ağa?” diye sordum. “Ne olacak len esas sen onları bana sor neler gördüm neler” deyince “İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir derler. Hay senden Allah razı olsun hoş geldin hele anlat hele” dedim başladı anlatmaya: “Bak garam ben Derbentliyim Derbentten Ilgın yayan tam 6 saat.. 2 kilo gaz yağı almak için 7 gün Ilgın’a gettim geldim. Ilgına varırım Halk Parti’nin yandaşları içeri girer, teneke teneke alır gazı, biz ise beklerken akşam olur ‘gaz bitti’ derler. Hadi bakalım geri gelirim yayan. Bu sefer de evde babam döver ‘niye gaz almadan geldin’ diye. O günleri yaşar gibi oluyor, bazen dalıyor bazen de hiddetleniyor. Ve devam ediyor: “Len anamızı bellediler oğlum bu CHP’liler neler yapmadılar ki. Onu ancak, o yılları yaşayanlar bilir. Allah hepsinin hesabını bir bir soracak öbür dünyada. Ekmeği garneyle yedik, bizler mısır unu yedik, nohut unu yedik günlerce, hastalandık. Açlık sofuluğu bozar garam.Devletin daha doğrusu CHP’nin yaşattığı sıkı ekmek politikası ta köydeki evlere bile tesir ederdi. Bunca gece gündüz çalışan insanlar doyunca ekmek yiyemezler, ya tarhana çorbasına ya bulgur pilavına ya da kuru ekmek ayrana talim edecekler. Devlet Alman harbinde köylülerden topladığı onlarca ton buğdayı halka yedirmedi sonra da ofislerde yangın çıkarıp yaktırdı. Ezan-ı Muhammediyi Türkçe okuttular, yılarca camilerimizi kapattılar bazı camilerimizi hayvan barınağı bile yaptılar dedi Ahmet ağa arada sırada da anamızı ağlattılar ulen bu zihniyet”
Böyle anlatıyor, ağzından ateş saçıyor, sinirinden renkten renge giriyordu Ahmet abi.. Ve devam ediyor: “İl, ilçe, kasaba ve köylerde CHP’nin yandaşı, ağa geçinen adamlarına fukaralar ya karın tokluğuna ya da aç açına akşamlara kadar bedava çalışırlardı. Çalışma bakalım göreyim erkeksen. Polis döver, candarma döver, ormancı, tahsildar, hepsi döver muhtar bile bir araba sopa atardı adama “kim necisin” demezdi valla. Gık çıkaramazdın. Öyle bir yaşamdı, ümeceden yol çalışmasından veya yol parasından kendine çalışacak zaman bulamazdın. Bir de güz geldi mi kaldırdığın hasadı yarıya böler dövlet, sen ne halt edersen et. Ama onun yandaşları lüks içersinde yaşarlardı.
Yol parası içinde bir anı anlattı Ahmet ağa: “Anam 5. çocuğa hamile kalınca babam adeta bayram yaptı zil takıp oynadı. “Neden?” diye araya girdim. “Neden olacak 5 çocuğu olanlar yol çalışmasından ve parasından muaftı. Ulen garam evimizde bir gıl geçimiz var, başka davar yok. Anam ekmek yapmış goca odun ocağında. Ocağın ataşını hemen kenara yeni aralamış dışardan sesler gelmiş “hey Ayşa, Fatma miriciler geldi” diye. Rahmetli anam da o geçiyi “miriciler görmesin zaten paramız yok şimdi miri isterler” diye hemen ocağa sokmuş hamur senidi ile de ocağın ağzını kapamış “bizde mal, davar yok” diyecek. Keçinin daha soğumamış olan ocaktan ayakları yanınca sesi gelmiş “meeeee” diye. Geçiyi ocaktan çıkarmış dövlet adamları babama 5 geçi parası ceza ile ödetmişler miriyi..”
“Nasıl kızmazsın İsmail şu çekilenlere baksana” diyordu ve hala hırslanıyordu. Köyde çobanlık ve başkalarına hizmetkârlık yapmaktan okula dahi gidemedim diye fakirlikten dert yanan Ahmet ağa şöyle devam ediyor: “O zamanlar halk cahildi, erkeklerde bile okuma yazma oranı düşüktü. Gadınlarda heç yok. Bak bir hatıra anlatayım. Teyzemgil 1950’de göçtüler Konya’ya, anam babama yalvardı “goca ne olursun, ölüm zulüm olur bana izin ver de Gonyaya gedip gardaşımı bir göreyim” diye, babam müsaade etti 3-5 günlüğüne. Anam Konya’ya geldi. Anamı teyzem eniştem Mevlana’ya, Alaaddin’e götürmüşler büyük camileri gezdirmişler, birde sinemaya götürmüşler. Derken anam sokakta gezerken susamış, teyzeme “gardaşım ben susadım” demiş. Teyzem de karşılarındaki sokak çeşmesini göstermiş “oradan iç” diye. Varmış tabi çeşme akmıyor. Teyzem şaşkın bakan anama “üzerine elinle bastır” demiş bastırınca sular yüzüne fışkırmış bundan huylanan anam çeşmeye “Böyle deli deli aktığından kıçına çivi çakıvırmışlar gördün mü” demiş. Anam köye geldi babam rahmetli anama sordu “ne yaptın garı Gonya’da eyi gezdin mi?” diye sormuş. “Gezdim goca gezdim” demiş. “Nerelere gettin?” demiş. “Mevalana’ya gettim, böyük camilere gettim, Alettin’e gettim. Bir de keranaya gettim” demiş. Babam yerinden fırladı “neee” dedi. Meğer anam sinemanın adını unutmuş kerana deyivermiş. Gülüşmekten kırıldık.. O anlattı birlikte güldük. Belki de ağlanacak şeyler di bir kısmı.
“OĞLUNUN ADI NİYE MENDERES”
Şunu da aktarayım anlattıklarından: “Ben süvari olarak Kars’ta askerlik yaptım. Orada okuma yazma öğrendim ve bölüğümde hem onbaşı hem de inzibat çavuşu oldum. Askerlik sonrası biraz İstanbul’da tuğla ocağı işlettim. Sonra yine köye gelip burada bir inat uğruna kahvecilik filan yaptıktan sonra Konya’ya göçerek Göğüs Hastanesi’nde imtihanlara girip laborant olarak görev yaptım. Sonradan İsmet Paşa İlkokulu’ndan ilkokul diploması ve ortaokul diploması daha sonrada lise diploması aldım. Derbent’in ilçe olmasında da benim rolüm oldu. Bunları anlatırken daha siniri geçmemişti devam etti: Şehirde, köyde camiden cemaat çıkarken polis candarma kapının önünde durur, çıkan cemaatin başındaki bereleri toplar hatta köylerde sokaktaki insanların çocukların başlarından bile o analarımızın eski bezden diktiği takkeyi alırlardı başımızdan, bir de döverlerdi gardaşım. Ulen ben oğlumun adını Menderes koydum diye şikayet edildim, mahkemeye verildim. Hakim çağırdı “sen oğlunun adı niçin Menderes” dedi ben de “niçin Cemal Gürsel niçin İsmet ise benimki de Menderes Hakim Bey” deyince durdu ve “Gel Adnan olsun bu isim, olur mu?” dedi. Ben de fazla üstelemedim “olsun” dedim. Oğlumun adı Adnandır.
Şimdi daha dinç bir 75’lik delikanlı Ahmat ağam. Çocuk Yuvası civarında bir Avcılar Kahvesi’nde arkadaşları ile beraber yanlarında getirdikleri keklikleri kafeslerinde seyrederek öttürerek ömrünü idame ettiriyor. Allah sağlıklı ömürler versin Ahmet ağa sana. Bana çok bilgiler verdin geçmişten bugüne, ağzına sağlık. Saygı ile…
"Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehâlet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızânı istiyorum ve seni arıyorum."
31 Mayıs 2011 Salı
Tek parti döneminde yaşadıklarımız
30 Mayıs 2011 Pazartesi
Başındaki Saçlar Tamamen Dökülmüştü...Sevinçten Ağlıyordu İhtiyar..
Yaşlı adam, son demlerini yaşıyordu. İhtiyarlık derdine, bir de ağır hastalık eklenmişti. Kendisiyle ilgilenen kişiler, ona iyi olduğunu söylüyorlardı ama, ciğerleri parça parça dağılıyordu sanki, her öksürüşte.
Esasında hastalığından fazla, günahları üzüyordu yaşlı adamı. Özellikle gençliğinde pek çok hata yapmıştı. Bu yüzden de evlatları hayırsız çıkmış, her biri bir köşeye dağılmıştı. Eşi, beş yıl kadar önce vefat edince, büyük oğlu yurt dışına yerleşmiş, oraya gidince de, her şeyi unutmuştu. Kızı da bir serseriye kaçmıştı habersizce. Küçük oğlu, nispeten hayırlıydı. Arada bir kendisini ziyaret eder, yatağının baş ucuna birkaç kuruş koyardı. Hatta onu hastaneye bile kaldırmış, bazı masraflarını üstlenmişti.
İhtiyarın yalnızlığı, hepsinden kötü idi. Kendisinden ümit kesen doktorlar, sonunda onu evine göndermişlerdi. Durumu artık çok daha kötüydü. Birkaç seans kemoterapi tedavisi, vücudunun her yerini fosur fosur kabartmış, ayakta bile duramaz hale gelmişti. En çok ihtiyaç duyduğu zamanda, küçük oğlu da uğramaz olmuştu her nedense. Çok şükür ki komşuları vefalı insanlardı. Evlerinde ne pişse, ona da bir parça getirirlerdi.
Yaşlı adamın hemen baş ucunda, eski bir telefon bulunuyordu, çalmasını boşuna beklediği. Borcundan ötürü çoktan kesilmiş, üstü tozla kaplanarak rengini kaybetmişti. Gerçi çalışsa bile, arayan çıkmazdı ya!. O kadar özlemişti ki onun sesini. Bir zamanlar hâlini soran dostlarını.
Dayanılmaz ağrılarla kıvrandığı bir gece, telefona uzanarak ahizeyi kaldırdı. Belki gurbet ellerdeki oğlunun, belki de kızının sesi gelirdi derinlerden. Belki de eşinin yumuşak sesini duyardı, çok uzaklardan.
Ahizeyi bir süre öyle tuttu. Çıt bile çıkmıyordu. Tam yerine koymak üzere iken, telefondan biri seslendi ona:
— Günahların için tövbe ettin mi?
— Evet!. diye atıldı yaşlı adam, gelen sesin sahibini merak bile etmeden. Yıllar buyu af diledim Allah'tan. Günahlarım, çok fazla olmasına rağmen.
— Doğru!. diye cevap geldi, antika telefondan. Günahların, başındaki saçlar kadardır. İnşallah affedilir!.
Yaşlı adam, ağlamaya başladı. Gençliğinde pek umursamadığı, günün birinde affedilir zannettiği, belki de bu yüzden devam ettiği günahları, daha sonra binlerce kez tövbe etmesine rağmen demek ki silinmemiş, sırtında bir yük olarak bırakılmıştı. Yattığı yerden doğrulup pencereye bakınca, cama yansıyan görüntüsünü fark etti. Saçları bembeyaz, ama çok gürdü. Rahmetli babası, hatta dedesi gibi.
Gözyaşları bir ara kesilince, yorgun vücudunu tekrar yatağa attı. Telefonu yerine koymaktansa, yastığının altına sıkıştırdı. Şimdi artık bir arkadaşı vardı. Hayalî olsa bile, belki başka bir şeyler de söylerdi ona, yüzünü güldürecek, ruhuna bayram yaptıracak sözler.
Aradan on gün geçti. Fakat ihtiyar adam, her an biraz daha artan acılarına değil, günahları için göz yaşı döküp ağlamayı, Allah'tan ümit kesmeyip tövbe etmeyi; telefondaki ses de, aynı sözleri tekrarlamayı sürdürdü. — Günahların, başındaki saçlar kadardır!. İnşallah affedilir!.
On birinci gününde, yaşlı adam öleceğini anlamıştı. O geceki rüyası, daha önce gördüklerinden çok farklıydı. Rüyasında tamamen iyileşmiş, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş, kendisini çağıran eşine koşmuştu. Daha sonra onunla birlikte uçmuştu, yamaçlarından şelaleler akan bir dağa doğru.
Uyandığında, aceleyle kalkmaya çalıştı yerinden. Rabbinin huzuruna, taptaze bir abdestle varmalıydı.
Peki ya daha sonra?
Küçüklüğünden beri, "Allah Kerim!." diye tekrar ederdi. Kerim Rabbi, belki onu da affederdi.
Duvarlara tutunarak lavaboya yanaştı. Üstündeki aynaya baktığında, nefesi bir anda kesilir gibi oldu. Nurlu yüzü iyice aydınlanmış, bütün vücudu titremeye başlamıştı. Tekrar tekrar baktı görüntüsüne. Arada bir elleriyle başını sıvazlarken. Evet, evet!. Gördüğü şey hayâl değildi.
Belki de ilaçların tesiriyle, başındaki saçlar tamamen dökülmüştü.
Bu sefer de sevinçten ağlıyordu ihtiyar. Yatağına doğru son kez adım atarken, telefondan yine aynı ses geldi:
— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. Ve şunu sakın unutma ki, Allah Kerimdir!.
---------------------
hikayenin orjinali.: Günahların, başındaki saçlar kadardır!
Cüneyt Suavi
Esasında hastalığından fazla, günahları üzüyordu yaşlı adamı. Özellikle gençliğinde pek çok hata yapmıştı. Bu yüzden de evlatları hayırsız çıkmış, her biri bir köşeye dağılmıştı. Eşi, beş yıl kadar önce vefat edince, büyük oğlu yurt dışına yerleşmiş, oraya gidince de, her şeyi unutmuştu. Kızı da bir serseriye kaçmıştı habersizce. Küçük oğlu, nispeten hayırlıydı. Arada bir kendisini ziyaret eder, yatağının baş ucuna birkaç kuruş koyardı. Hatta onu hastaneye bile kaldırmış, bazı masraflarını üstlenmişti.
İhtiyarın yalnızlığı, hepsinden kötü idi. Kendisinden ümit kesen doktorlar, sonunda onu evine göndermişlerdi. Durumu artık çok daha kötüydü. Birkaç seans kemoterapi tedavisi, vücudunun her yerini fosur fosur kabartmış, ayakta bile duramaz hale gelmişti. En çok ihtiyaç duyduğu zamanda, küçük oğlu da uğramaz olmuştu her nedense. Çok şükür ki komşuları vefalı insanlardı. Evlerinde ne pişse, ona da bir parça getirirlerdi.
Yaşlı adamın hemen baş ucunda, eski bir telefon bulunuyordu, çalmasını boşuna beklediği. Borcundan ötürü çoktan kesilmiş, üstü tozla kaplanarak rengini kaybetmişti. Gerçi çalışsa bile, arayan çıkmazdı ya!. O kadar özlemişti ki onun sesini. Bir zamanlar hâlini soran dostlarını.
Dayanılmaz ağrılarla kıvrandığı bir gece, telefona uzanarak ahizeyi kaldırdı. Belki gurbet ellerdeki oğlunun, belki de kızının sesi gelirdi derinlerden. Belki de eşinin yumuşak sesini duyardı, çok uzaklardan.
Ahizeyi bir süre öyle tuttu. Çıt bile çıkmıyordu. Tam yerine koymak üzere iken, telefondan biri seslendi ona:
— Günahların için tövbe ettin mi?
— Evet!. diye atıldı yaşlı adam, gelen sesin sahibini merak bile etmeden. Yıllar buyu af diledim Allah'tan. Günahlarım, çok fazla olmasına rağmen.
— Doğru!. diye cevap geldi, antika telefondan. Günahların, başındaki saçlar kadardır. İnşallah affedilir!.
Yaşlı adam, ağlamaya başladı. Gençliğinde pek umursamadığı, günün birinde affedilir zannettiği, belki de bu yüzden devam ettiği günahları, daha sonra binlerce kez tövbe etmesine rağmen demek ki silinmemiş, sırtında bir yük olarak bırakılmıştı. Yattığı yerden doğrulup pencereye bakınca, cama yansıyan görüntüsünü fark etti. Saçları bembeyaz, ama çok gürdü. Rahmetli babası, hatta dedesi gibi.
Gözyaşları bir ara kesilince, yorgun vücudunu tekrar yatağa attı. Telefonu yerine koymaktansa, yastığının altına sıkıştırdı. Şimdi artık bir arkadaşı vardı. Hayalî olsa bile, belki başka bir şeyler de söylerdi ona, yüzünü güldürecek, ruhuna bayram yaptıracak sözler.
Aradan on gün geçti. Fakat ihtiyar adam, her an biraz daha artan acılarına değil, günahları için göz yaşı döküp ağlamayı, Allah'tan ümit kesmeyip tövbe etmeyi; telefondaki ses de, aynı sözleri tekrarlamayı sürdürdü. — Günahların, başındaki saçlar kadardır!. İnşallah affedilir!.
On birinci gününde, yaşlı adam öleceğini anlamıştı. O geceki rüyası, daha önce gördüklerinden çok farklıydı. Rüyasında tamamen iyileşmiş, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş, kendisini çağıran eşine koşmuştu. Daha sonra onunla birlikte uçmuştu, yamaçlarından şelaleler akan bir dağa doğru.
Uyandığında, aceleyle kalkmaya çalıştı yerinden. Rabbinin huzuruna, taptaze bir abdestle varmalıydı.
Peki ya daha sonra?
Küçüklüğünden beri, "Allah Kerim!." diye tekrar ederdi. Kerim Rabbi, belki onu da affederdi.
Duvarlara tutunarak lavaboya yanaştı. Üstündeki aynaya baktığında, nefesi bir anda kesilir gibi oldu. Nurlu yüzü iyice aydınlanmış, bütün vücudu titremeye başlamıştı. Tekrar tekrar baktı görüntüsüne. Arada bir elleriyle başını sıvazlarken. Evet, evet!. Gördüğü şey hayâl değildi.
Belki de ilaçların tesiriyle, başındaki saçlar tamamen dökülmüştü.
Bu sefer de sevinçten ağlıyordu ihtiyar. Yatağına doğru son kez adım atarken, telefondan yine aynı ses geldi:
— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. Ve şunu sakın unutma ki, Allah Kerimdir!.
---------------------
hikayenin orjinali.: Günahların, başındaki saçlar kadardır!
Cüneyt Suavi
29 Mayıs 2011 Pazar
5 / Tek parti dönemi mahyaları...CHP icraatleri-
Türkiye'de camiler ilk defa rejim tarafından siyasete alet edilmiyor.
Bu dün de vardı bugün de var!
İstanbul'da kurtuluş günü vesilesi ile bazı camilerin mahyalarından "Ne mutlu Türküm diyene", "Ordumuza şükran borçluyuz" gibi yazılar tek parti döneminde de yazıldı.
Dini ve dini mekanları dilediği gibi kullanan laik rejim tek parti döneminde mahyalara "Ata Türk", "Var ol İnünü" süzleri yazıyordu.
Mesajların muhtevası zamana göre değişmiş.
Mesela zaman içinde "Yerli malı kullan", "Hilali Ahmeri unutma" ve hatta "Müslümanlar Cumhuriyetperverdir" yazıları da mahyalardan topluma yansıtılan mesajlar oldu.
En son yazılan, etnisiteyi ve militarizmi çağrıştıran mahyalardan sonra, Genç Siviller bu yazıları yazanlara yeni mahya önerileri hazırlamış (tii-ye almış). İşte onlardan bir kaçı:
Cumhuriyet kazanımları tehlikede
Tehlikenin farkında mısınız?
28 Şubat
Camiler laiktir laik kalacak
12 Eylül
Darbe yap, sihhat bul
27 Mayıs
Ey asker tut bizi
Ya sev ya terk eyle.
kaynak:
Bugün:Nuh Günültaş'ın yazısı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)