Tek parti döneminde yaşadıklarımız

Köylü 20 davarın 10’unu öküzün birini, merkebin birini dağlara sürer, devlet adamı sayıma gelmeden akşama kadar eve gelmezdi.

İsmail DETSELİ

Yeni kuşaklar belki bilmeyebilir, 1938’den sonraki tek parti hükümetinin halka karşı yaptıklarını. Yaşı 80’e dayananlar iyi bilir ve benim gibi o günleri hayal meyal hatırlayanlar. Bir kısmı da anne babalarının anlattıklarından haberdar oldular. Halen o zulüm ve işkenceyi yaşamış ağabeylerimiz amcalarımız da yok değil aramızda. Ben de çok şeyleri hatırlıyorum, çünkü Demokrat Parti iktidarı 14 Mayıs 1950’ye kadar sürdü. Anadolu insanı çok zulüm gördü çok eziyet çekti, ne ürettiğini yiyebildi, ne malına ne de dinine sahip olabildi tek parti döneminde.

İşte hatırladığım ve dinlediğim kadarı ile o çekilen çilelerden bahsedeceğim. Ben DP iktidar olduğunda 5 yaşın üzerinde idim, ama yaşanan bütün olayların içerisinde vardım ve aklım da eriyordu. Nedeni ise köyümüzde yoksul bir ailenin tek erkek çocuğu olduğum için küçük yaşta benden gücümün üstünde beklentileri olurdu babamın anamın.
Ben İsmet İnönü’yü yine de hayırla yâd etmek isterim. Çünkü ölenin ardından konuşmak pek hoş karşılanmaz bizim örfümüzde. Lakin insanlara karşı yapılan eziyetler de unutulacak gibi değil. Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü’de büyük bir hırs, büyük bir otoriterlik baş göstermiş, bunu paraların üzerindeki atanın resimlerini kaldırtmaya kadar götürmüştü. Zaten o günün aydınları atanın ömrünün son günlerinde arasının İnönü ile pekiyi olmadığını açıktan söylemeseler de bu kulislerde ve halk tabakasında bilinmekte idi.
Onun için İnönü Ata’nın sevgisini ve bu ülkede iyi anılmasını önleyebilmek için birçok icraata başvurmuş, bunu başaramayınca da Türk halkına zulüm etmeyi kafasına koymuş ve bunu da gerçekleştirmiş. Yandaşı olanlar rahat yaşamış, alt tabaka ise açlığa ve yokluğa terkedilmiş, şeker yandaşlara verilmiş, kahve yandaşlara layık görülmüş, onların çocukları hata yaparsa, hatta cinayet bile işlese kurtarılmış, hoş görülmüş, ama bir garibanın çocuğu güneşe karşı işese, suç sayılmış daha neler neler.

KENDİ MALIMIZI ÇALARDIK
Ben harmandan öşür alındığını, davarlardan sığırlardan miri alındığını az buz hatırlıyorum. Daha ekin hasat edilip de harmanda düğen sürüldükten sonra tınaz savrulup çeç (buğday) meydana çıktı mı devletin bir adamı (öşürcü) köyün ileri gelenleri ihtiyar heyeti ile gelir harmandaki çeç elindeki bir asa veyahut etrafı ayak hesabı ile ölçülüp işaretlenir ve beklenirdi, artık devlete hakkını alacak o çeçten sonra sen evine götüreceksin. Fakir halkın çoğunun bunda dayanacak gücü yoktu. Birçok güçlük ile kaldırdığı buğdayını daha harmanda hökümet alıverir, sen bir sene nasıl geçinirsen geçin, onu soran olmazdı. Bir seferinde az aklım eriyor, babam rahmetli devlet ölçümünden sonra evde ekmeğimiz olmadığı için yahut da devlet öşürü almada biraz geç kaldığı için gece kendi harmanından biraz çeçin üzerinden bir iki teneke buğday almak istemişti. Anama da söyledi bu fikrini “garı biraz buğday çalalımda çeçten öğütelim, evde un yok çocuklar açlıktan kırılacak” diye. Gece gittiler. Yarım saat kadar sonra annem ağlıyor babam ise galiz küfürler ediyordu. Hatta babam “böyle hayat olmaz olsun kendi malımızın hırsızı oluyoruz, üstelik bir de dayak yiyoruz” diye hayıflanırdı rahmetli.
Meğer gece bu işleri harman yerlerinde takip eden devlet adamı karanlıkta bir yerlere gizlenmiş babamın kendi harmanından buğday aldığını görünce bastonuyla babamı bir hayli hırpalamış. Zaten babam hasta idi ama ondan dayak yiyecek kadar da değildi. Fakat devlet adamı olduğundan ve şikayet ederse “ne olurum” korkusundan evde hıçkırarak ağlıyordu. Daha başka geçimimizi sağlamak için taşıdığımız iki öküzden üç merkepten inekten, danadan ve çardağımızdaki üç beş davardan da miri alınırdı. Bu malların sayılarını az göstermek için köylü vatandaş 20 davarın 10’unu öküzün birini, merkebin birini dağlara sürer, devlet adamı sayıma gelmeden akşama kadar eve gelmezdi. Devlet adamı gittikten sonra eve getirirdik mallarımızı. Buna da halk dilinde sırkat kaçırma denirdi.

Bir seferinde sırkat kaçırma işi bana düşmüştü. Tarihi hatırlamıyorum ama benim yaşım çok küçüktü. Kaçırılacak dağları da pek bilmiyorum. Sabahın erken saatinde bir komşumuzla anam beni koştu, onunla köyden uzaklaştık. Ne kadar gittik bilmiyorum, ama çocuğum, uykum geldi bir taşın kovuğunda uyuya kalmışım. O zaman herkes “miriciler dağa çıkmışlar belki de yakalanacağız” deyince adam benim malları kendi malının içerisinden seçmiş ben de uyuyunca beni bırakıp gitmiş. Mallar da dağılmış bir uyandım ki yanımda kimseler yok mallarımızı ağlaya ağlaya topladım. O sırada kalınca bir ses geldi kulağıma “sen kimin oğlusun ulen” diye. Sesin geldiği taraf döndüm bir kadın ama elinde sigara, ha bire içiyor.

Şaşırdım, giyinişi köylü, sesi herif sesi, bu devlet adamı mı acaba diye ağlayarak “Detseli Osman’ın oğluyum emmi” dedim. Ses kaba olunca ben herif sandım onu. Yanıma yaklaştı “ağlama guzum ağlama dövletçiler getti, yanında ben varım heç korkma” deyince içim biraz rahatladı. Öğleden sonraları olmuştu, anam rahmetli geldi, elinde bir yağlı bazlama var “Ismaylım acıktın mı guzum?” deyince ben yine başladım ağıta. Yanımdaki kadın bana sahip çıkıyor, “ağlama” diyordu, ama onun sigara içmesi beni tedirgin ediyordu. Çünkü köyde kadının bilhassa o yıllarda sigara içmesi yadırganacak bir durumdu. Anam ile malları eve sürüp gelirken anama sordum “o garı dövletmi ana?” diye. “Aman yok guzum ona Botsalı Garı derler. Botsa’dan bizim köye gelin gelmiş. Depegöz denen bir emminin hanımı idi. Gocası öldü, guzum” diye anlattı. “İyi ki o gadın geldi yanıma ana, ben yoksa delirecektim korkumdan. Ahmat ağam beni bırakıp getmiş, çok gorktum” deyince ben “Hay guzum eyi ki bırakıp getmiş Allah tarafından, onları miriciler ağılda yakalamış bütün mallarını gayıt etmişler, üstelikte ceza da kesmişler” dedi.

Buna da üzüldüm. Ahmat ağamın adına. Onların kalabalık sürüleri olunca dağda göze çarpmışlar ve yakalanmışlar, ben de kurtulmuşum. O yıllarda bir malın mirisi, oğlak kuzu koyun keçi fark etmiyor, elli kuruşmuş, mirisi yetmiş kuruşmuş derlerdi. “Bir adam bütün sürüsünü şehre indirmiş, bunların kendisi elli kuruş mirisi yetmiş kuruş, ben ödeyemeyeceğim devletin olsun o mirisini ödesin diye keçinin boğazına bir kağıda yazdığı ile bırakıvermiş” diye anlatırladı. Bunları yazarken eski tanıdığım bir ağabeyim geldi yanıma “ne yazan ismailim?” diye sordu. Derbentli Ahmet Çanakçı abi idi. “Eski dönemleri yazarım” dedim.

Tıp Fakültesi Hastanesi, eskiden Göğüs Hastanesi iken orada sağlık memuru imiş. Şimdi emekli 1933 doğumlu. Eskileri çok yaşamış ve benden daha iyi vakıf her şeye. Başladı “ahh” çekerek anlatmaya. “Ne oldu ağa?” diye sordum. “Ne olacak len esas sen onları bana sor neler gördüm neler” deyince “İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir derler. Hay senden Allah razı olsun hoş geldin hele anlat hele” dedim başladı anlatmaya: “Bak garam ben Derbentliyim Derbentten Ilgın yayan tam 6 saat.. 2 kilo gaz yağı almak için 7 gün Ilgın’a gettim geldim. Ilgına varırım Halk Parti’nin yandaşları içeri girer, teneke teneke alır gazı, biz ise beklerken akşam olur ‘gaz bitti’ derler. Hadi bakalım geri gelirim yayan. Bu sefer de evde babam döver ‘niye gaz almadan geldin’ diye. O günleri yaşar gibi oluyor, bazen dalıyor bazen de hiddetleniyor. Ve devam ediyor: “Len anamızı bellediler oğlum bu CHP’liler neler yapmadılar ki. Onu ancak, o yılları yaşayanlar bilir. Allah hepsinin hesabını bir bir soracak öbür dünyada. Ekmeği garneyle yedik, bizler mısır unu yedik, nohut unu yedik günlerce, hastalandık. Açlık sofuluğu bozar garam.Devletin daha doğrusu CHP’nin yaşattığı sıkı ekmek politikası ta köydeki evlere bile tesir ederdi. Bunca gece gündüz çalışan insanlar doyunca ekmek yiyemezler, ya tarhana çorbasına ya bulgur pilavına ya da kuru ekmek ayrana talim edecekler. Devlet Alman harbinde köylülerden topladığı onlarca ton buğdayı halka yedirmedi sonra da ofislerde yangın çıkarıp yaktırdı. Ezan-ı Muhammediyi Türkçe okuttular, yılarca camilerimizi kapattılar bazı camilerimizi hayvan barınağı bile yaptılar dedi Ahmet ağa arada sırada da anamızı ağlattılar ulen bu zihniyet”

Böyle anlatıyor, ağzından ateş saçıyor, sinirinden renkten renge giriyordu Ahmet abi.. Ve devam ediyor: “İl, ilçe, kasaba ve köylerde CHP’nin yandaşı, ağa geçinen adamlarına fukaralar ya karın tokluğuna ya da aç açına akşamlara kadar bedava çalışırlardı. Çalışma bakalım göreyim erkeksen. Polis döver, candarma döver, ormancı, tahsildar, hepsi döver muhtar bile bir araba sopa atardı adama “kim necisin” demezdi valla. Gık çıkaramazdın. Öyle bir yaşamdı, ümeceden yol çalışmasından veya yol parasından kendine çalışacak zaman bulamazdın. Bir de güz geldi mi kaldırdığın hasadı yarıya böler dövlet, sen ne halt edersen et. Ama onun yandaşları lüks içersinde yaşarlardı.

Yol parası içinde bir anı anlattı Ahmet ağa: “Anam 5. çocuğa hamile kalınca babam adeta bayram yaptı zil takıp oynadı. “Neden?” diye araya girdim. “Neden olacak 5 çocuğu olanlar yol çalışmasından ve parasından muaftı. Ulen garam evimizde bir gıl geçimiz var, başka davar yok. Anam ekmek yapmış goca odun ocağında. Ocağın ataşını hemen kenara yeni aralamış dışardan sesler gelmiş “hey Ayşa, Fatma miriciler geldi” diye. Rahmetli anam da o geçiyi “miriciler görmesin zaten paramız yok şimdi miri isterler” diye hemen ocağa sokmuş hamur senidi ile de ocağın ağzını kapamış “bizde mal, davar yok” diyecek. Keçinin daha soğumamış olan ocaktan ayakları yanınca sesi gelmiş “meeeee” diye. Geçiyi ocaktan çıkarmış dövlet adamları babama 5 geçi parası ceza ile ödetmişler miriyi..”

“Nasıl kızmazsın İsmail şu çekilenlere baksana” diyordu ve hala hırslanıyordu. Köyde çobanlık ve başkalarına hizmetkârlık yapmaktan okula dahi gidemedim diye fakirlikten dert yanan Ahmet ağa şöyle devam ediyor: “O zamanlar halk cahildi, erkeklerde bile okuma yazma oranı düşüktü. Gadınlarda heç yok. Bak bir hatıra anlatayım. Teyzemgil 1950’de göçtüler Konya’ya, anam babama yalvardı “goca ne olursun, ölüm zulüm olur bana izin ver de Gonyaya gedip gardaşımı bir göreyim” diye, babam müsaade etti 3-5 günlüğüne. Anam Konya’ya geldi. Anamı teyzem eniştem Mevlana’ya, Alaaddin’e götürmüşler büyük camileri gezdirmişler, birde sinemaya götürmüşler. Derken anam sokakta gezerken susamış, teyzeme “gardaşım ben susadım” demiş. Teyzem de karşılarındaki sokak çeşmesini göstermiş “oradan iç” diye. Varmış tabi çeşme akmıyor. Teyzem şaşkın bakan anama “üzerine elinle bastır” demiş bastırınca sular yüzüne fışkırmış bundan huylanan anam çeşmeye “Böyle deli deli aktığından kıçına çivi çakıvırmışlar gördün mü” demiş. Anam köye geldi babam rahmetli anama sordu “ne yaptın garı Gonya’da eyi gezdin mi?” diye sormuş. “Gezdim goca gezdim” demiş. “Nerelere gettin?” demiş. “Mevalana’ya gettim, böyük camilere gettim, Alettin’e gettim. Bir de keranaya gettim” demiş. Babam yerinden fırladı “neee” dedi. Meğer anam sinemanın adını unutmuş kerana deyivermiş. Gülüşmekten kırıldık.. O anlattı birlikte güldük. Belki de ağlanacak şeyler di bir kısmı.

“OĞLUNUN ADI NİYE MENDERES”
Şunu da aktarayım anlattıklarından: “Ben süvari olarak Kars’ta askerlik yaptım. Orada okuma yazma öğrendim ve bölüğümde hem onbaşı hem de inzibat çavuşu oldum. Askerlik sonrası biraz İstanbul’da tuğla ocağı işlettim. Sonra yine köye gelip burada bir inat uğruna kahvecilik filan yaptıktan sonra Konya’ya göçerek Göğüs Hastanesi’nde imtihanlara girip laborant olarak görev yaptım. Sonradan İsmet Paşa İlkokulu’ndan ilkokul diploması ve ortaokul diploması daha sonrada lise diploması aldım. Derbent’in ilçe olmasında da benim rolüm oldu. Bunları anlatırken daha siniri geçmemişti devam etti: Şehirde, köyde camiden cemaat çıkarken polis candarma kapının önünde durur, çıkan cemaatin başındaki bereleri toplar hatta köylerde sokaktaki insanların çocukların başlarından bile o analarımızın eski bezden diktiği takkeyi alırlardı başımızdan, bir de döverlerdi gardaşım. Ulen ben oğlumun adını Menderes koydum diye şikayet edildim, mahkemeye verildim. Hakim çağırdı “sen oğlunun adı niçin Menderes” dedi ben de “niçin Cemal Gürsel niçin İsmet ise benimki de Menderes Hakim Bey” deyince durdu ve “Gel Adnan olsun bu isim, olur mu?” dedi. Ben de fazla üstelemedim “olsun” dedim. Oğlumun adı Adnandır.
Şimdi daha dinç bir 75’lik delikanlı Ahmat ağam. Çocuk Yuvası civarında bir Avcılar Kahvesi’nde arkadaşları ile beraber yanlarında getirdikleri keklikleri kafeslerinde seyrederek öttürerek ömrünü idame ettiriyor. Allah sağlıklı ömürler versin Ahmet ağa sana. Bana çok bilgiler verdin geçmişten bugüne, ağzına sağlık. Saygı ile…