19 Mayıs 2007 Cumartesi

DUA ETMEK YÜREK İSTER.

Necatımız Münacaatımızdır
Yusuf Özkan Özburun

Elif
DUA ETMEK YÜREK İSTER.
Kalbimiz dua etmek ister. Ancak ve ancak göğsüne kalbinden başka dua mecmuası takmayanlardır ki dua etmek nimetine liyakat kesbeder. Zerreden küreye, arştan ferşe, bir şeyden her şeye şu varlık sahnesini bir dua bilmek, bir duada duymak, bir dua olarak görmek insana düşer.
“İşimiz duaya kaldı” diyen müstehzi gafiller, aslında tüm alemi ve insanı içine alan nihai bir hakikate işaret ediyorlar. Mesele, ‘iş’ten ne anladığımızda; ‘iş’in bizde bitip bitmediğini, Allah’ın daima bir ‘iş’ (şe’n) üzerinde bulunduğunu, içimizin ince derdinin ne olduğunu, dünyaya ne iş için geldiğimizi, duasız bir hayatla hayatın memata mematın hiçliğe dönüşmesinin işten bile olmadığını kavramakta düğümleniyor. İçimin tenhası böyle düşünür, böyle söyler…
Su, toprakla buluştuğunda dua eder. Toprak, tohuma kavuştuğunda dua eder. Yuvadaki yavru kuş çığlık çığlığa dua eder. Hasta çocuğunun başını okşayan müşfik annenin elleri, rızık rızık diye toprağı belleyen rençberin tomur tomur biriken alın teri dua eder. Tur’da Musa (a.s.) dağın duasına eşlik eder, Yunus (a.s) üç karanlık içinde münacaat eder, Eyyub (a.s) kalbi ve dili için necat diler, Muhammed (s.a.v) kendini bırakır, ümmetim ümmetim diye dua eder. Duayla başlar her şey duayla biter ve hayat iki dua arasında ince, titrek bir çizgi değil de nedir? İki dua arasında her daim bir münadi şunu söyler:
Ey kurtuluş isteyen insan, ey ebediyet isteyen insanve gönül buruk, dil suskungözler kan çanağı anlamındahuzur, sükun, saadet dileyen zavallı,kendini bir duada bilmek gerekbir duanın tam orta yerinde durmak gerekdilemeyi bilmek, bilmeyi dilemekgöz yaşını göz yaşına eklemeknecatı münacatta bulmak gerek…

Lam
Biz onu kolye yapıp boynumuza astık. Son model arabamızı, yeni aldığımız eşyamızı koruması için bekçi olarak tayin ettik. Mezhep taassubuyla, muhtevasına bakmadan, peygamber hırkası kokan lisanına bakmadan reddettik, uzak durduk. Meşrep ve meslek taraftarlığıyla onu belli bir cemaatin malı saydık, onlara mal ettik, kendimizi mahrum ettik. Bu metal çağda, zaten duaya giden yollar tıkanmadayken, zaten edilen dualar göğü delmiyorken, günah ve isyanın çokluğu ruhumuzu duaya ve semaya yabancı kılıyorken biz nefsimizi ihmal ettik. İçinde binden fazla esmaü’l- hüsna taşıyan, bizi ‘alihi ve ashabihi’ sırrınca peygamberin ehl-i beytine bağlayan, İlim Şehrinin Kapısı’na vardırıp ‘akıl ve kalbin birlikteliği’ yolunun esaslarını öğreten, bu yolu takip eden Gazali (r.a) gibi, Said Nursi (r.a.) gibi üstadların işaret ettiği nefs terbiyesinin evrad ve ezkardan geçtiği hakikatini kulak ardı ettik. Onu olsa olsa namazlardan sonra gelişi güzel, ya da dünyevi anlamda başımız dara düştüğünde öylesine okuduk. Keşfedilmemiş bir hazinenin kapısında durduğumuzu bilemedik: Biz onun adına Cevşen diyoruz…

Mim
“Gövde Çağı” diyordu düşünür modern zamanlara, kışkırtılmış etin çağı… İnsanla sema arasına demirden perdelerin gerildiği, göğün kurşuni matlığında, yerin bakıra çalan koyuluğunda, her yanı sarmış bulunan şahmaranların biçare insanların ruhlarını ve kalplerini ısırdığı, fıtratlarını zehirlediği bir can pazarında panzehir, tiryak nerededir? Nerededir kin, nefret, şehvet, şöhret, ağulanmış akıl, zıvanadan çıkmış ego, ifsad edici hayal oklarının yağmur gibi yağdığı, zavallı gönüllerin delik deşik olduğu bir savaş alanında mukaddes zırh, nerededir?
Cevşen; gecenin tam orta yerinde, sabahın seherinde, bir kuş uykusunun akabinde, cilalı ilah ve ilaheler galerisinde gözlerini ayak uçlarına diken genç adamın cebinde, vicdanını kiraya vermemiş bir babanın ellerinde, kadınlığının yuvasından uçmamak için direnen gözü yaşlı bir hanımın dilindedir.

İçinde daimi surette ateş yakılan bir yerin simsiyah kesilmesi gibi, içimizde dışımızda günahın Mecusi ateşleri her yanı karartırken sarındığımız bembeyaz bir ihramdır cevşen.
Asi ruhlarımızı kurtaracak iksir ondadır; nefs terbiyemizin keskin ilacı, dağdağalı gönüllerimizin müsekkini Cevşendir.

Elhasıl, Cevşen semavidir, Muhammedidir, mühimdir. Çünkü, necatımız münacatımızdır.
Ve, Cevşen bizi çağırıyor…

Dua etsek unutmamak için, unutarak nefes almamak için.

Dua etsek unutmamak için, unutarak nefes almamak için. Ayna olmak için Allah’ın isimlerine, kendi kendimizi keşfetmek için, tüm istidatlarımızın inkişaf etmesi için. Tıpkı bir tohumun ağaç olmak için dua ettiği gibi…

BUGÜN YİNE YERYÜZÜNE uyandım büyük bir hediye olarak. Ama bunu unutmak da var. “Her canlı doğar, büyür ve ölür” sistematiği içine sıkışıp yalnızca yaşamak, düşünmeden yaşamak da var. Sadece yeryüzünde yaşamak, başımı hiç kaldırmamak, Peygamberimiz (s.a.s)’in dediği gibi dünyada uykuda olmak ve ölünce uyanmak da var. Bugünün gündelik telaşeleri içinde dünün elimden yitmişliği var ve yarının planlanmışlığı belki de gerçekleşmeyebileceğini hiç düşünmeden.

Ölüm gerçeğini aklıma getirmeden, kazara geldiğinde de hızla kovmaya çalışarak yaşamak, çünkü o geldiğinde tüm mutluluklarım sönecek. Mutluluk deyince şimdi, şu anda gerçekten mutlu muyum diye düşünmeden yarınki planlarımın ışığında gelecek mutluluğu beklemek. Bunca telaşenin ruhuma yeterli gelmemesinin, ince ince iç sızılarımın, huzursuzluğumun sesini bastırmak; duymamak yüreğimin çığlıklarını. Ben kimim diye düşünmemek; niye yaratıldım, niye ben dememek ve benim yolum nereye, ölüm beni nereye götürecek diye sormamak kendi kendime.

Bu sorulara geçici cevaplar bulmak. Ben öğrenciyim demek mesela. Kurma dünyalarımızda bir gerçekliğin, bir gerçek dünyanın içinde kendi kendimize, kendi dünyalarımızda yaşamak da var benim gibi, adı “insan” olan her canlı için büyük bir tehlike olarak. Evcilik oynayan küçük çocuklar gibi olmak. O çocuklar da anne olur, doktor olur. Biz de anne oluruz, doktor oluruz. Hatta profesör de oluruz. “Bizimki oyun değil gerçek ama” savunmalarının başımızı kaldırıp kendimize gökyüzünden baktığımızda yeryüzünün kurmaca unvanlarıyla birlikte solup gittiğini görürüz.

Güneş herkese doğar, tüm dünya görür bunu, ay herkese aynı bakar, yıldızlar aynı gülümser. Biz çok köklü değişiklikler yaptığımızı sanırız hayatımızda sözgelimi kalkar dünyanın ta öteki ucuna gideriz. Bu sözde değişikliğin kendimizce yüklediğimiz anlamından sıyırabilsek kendimizi, bir dinlesek gökyüzünü; ayı, güneşi ve yıldızları “Biz yine buradayız, yani sen aynı yerdesin “ der buluruz. Hatta dünyayı bırakıp çıksak da aynı yaratılmış alanın içinde buluruz kendimizi ve bir Kur’an-ı Kerim ayetinin Allah’ın yarattığı sathın dışına çıkamayacağımızı belirttiğini hatırlarız belki de. Dinlersek bu arada bir de kendimizi en çok yitirmekten, yokluktan korktuğumuzu duyarız ve yokluğa giden şeyden kaçarız. Vakitlerimizi yok etmemenin, öldürmemenin peşinde koşarız. Biliriz ki ne kadar geçici bir memnuniyet duysak da bittiğinde, geçip gittiğinde o vakitler elimizde kalakalan koca bir boşluktur. Bu boşluktan bucak bucak kaçarız. Ruhumuz bunu istemez, öyle yaratılmıştır çünkü. Allah Teala faniden kaçıp Bakiye ulaşmamız için öyle yaratmıştır. O’na yöneliriz vakitlerimizi öldürmemek için. Namaz kılarız. Her vakitte kulluğumuzu dile getiririz kainattakilerin temsilcisi bir seçilmiş olarak.

Her ne yaparsak yapalım onu bırakıp zamanımızın, mekanımızın sahibini hatırlarız ve O’na sunarız zamanımızı ölmesin diye. Sevdiğimiz her şeyi de veririz O’na kaybolmayan tek Baki ve her şeyin sahibi Malikül Mülk olduğu için; ilk veren ve yine vermeye de tek gücü yeten olduğu için; parmak uçlarımızı dahi yeniden toplayacağını bildiren Kur’an ayeti ışığında biliriz bunu.
Dua etsek bunları unutmamak için, unutarak nefes almamak için. Ayna olmak için Allah’ın isimlerine, kendi kendimizi keşfetmek için, tüm istidatlarımızın inkişaf etmesi için.
Tıpkı bir tohumun ağaç olmak için dua ettiği gibi…

Cevşen’e Nasıl Muhatap Olmalı?

RESUL-İ EKREM’İN (A.S.M.) küçük torunu Hz. Hüseyin’in (r.a.) oğlu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın (r.a.) torunu olan; hayatını Rabbine hakkıyla kul olma esası üzere kurmasına mukabil ümmet tarafından ‘es-Seccâd,’ yani çok secde eden lakâbıyla anılan, ‘âbidlerin süsü’ İmam Zeynelâbidîn’in rivayetine göre, Cevşenü’l-Kebîr, Hz. Peygamber’e bir gazve esnasında Cebrail’in getirdiği kudsî bir münacattır. Cebrail, Peygamber’e Cevşen’i sunduğunda, "Zırhı çıkar, bunu al" demiştir.

Rabbimizin binbir ismiyle anıldığı bu kudsî münacat, ne yazık ki, Sünnî-Şiî çekişmeleri yüzünden neredeyse bin küsur yıl, Sünnî müslümanların uzağında kalmış durumdadır. Asırlardır Şîa’nın imanî taliminde önemli bir yer tutan bu nebevî hediye, artık, Said Nursî’nin kısır bir çekişmeyi aşan hikmetli ve engin vizyonuyla nihayet nüfuz ettiği Ehl-i Sünnet’i de kudsî mânâlarından istifadeye çağırmaktadır.

Fakat ne fecî bir hal ki, asırlar boyu kaçırılmış bir fırsat, ucuz ve basit tavırlarla, bir kez daha kaçıp gitme tehlikesiyle yüzyüze durmaktadır.

Bu tehlikenin en kritik noktasını ise, sanırım, "Zırhı çıkar, bunu al" rivayeti oluşturmaktadır.
Bu sözden hareketle, bir esmâ-i hüsnâ manzumesi olan Cevşen, ucuz bir sigorta malzemesine dönüştürülmektedir.

Çok kereler olduğu gibi, bir kez daha, kudsî bir hakikat, basit akılların elinde ‘çok ucuza’ satılır haldedir. Heder edilmektedir.

Cevşenü’l-Kebîr, bugün,óHafîz ve Kerîm olan bir Kadîr-i Mutlak’ın hıfz ve himayesini unuturcasınaóâdeta yangın, kaza ve sair belaların ‘sigorta’sı kılınır ve sözkonusu rivayet bunun çıkış noktası yapılır iken, bu rivayetin asıl muradını açığa çıkaracak en basit sorular ve muhakemeler bile esirgenmektedir.

Meselâ, Cevşenü’l-Kebîr adlı, baştan sonra binbir ismiyle Rabbimize niyaz edilen, eşsiz bir tefekkür ve tezekkür manzumesi olan kudsî münacata mazhar olduktan sonra, Resul-i Ekrem (a.s.m.) ne yapmıştır? En başta, Cevşen, bir kez olsun açılıp okunmasını imkânsız kılan deri veya metal mahfazalar içinde mi ona gelmiştir; yoksa kalbe ilka edilen kudsî mânâlar olarak mı? Resul-i Ekrem (a.s.m.) onu boynuna asarak mı yanında taşımıştır, mânâlarını kalb ve dimağına yazarak mı? Hem, Resul-i Ekrem (a.s.m.) Cevşen’in Cibril (a.s.) tarafından kendisine sunulmasından sonra, gazvelere çıkarken artık ne zırh, ne silah almayıp "Bu Cevşen bana yeter" mi demiştir?

Bu soruların cevabının ne olduğunu, siyer kitaplarından kolaylıkla öğreniyoruz. Öncelikle, Cevşenü’l-Kebîr, o ümmî Nebî’ye (a.s.m.) yazılı veya basılı bir kitap olarak gelmemiştir. Resul-i Ekrem de, bir kul olarakóüstelik, her hareketi ‘en güzel örnek’ diye kaydedilip asırlar boyu izlenecek bir güzel kul olarakózırhı kuşanma gibi, bir kulun sebepler dairesinde ifa etmesi gereken vazifeleri ihmal etmemiştir.

O halde Cebrail’in "Zırhı çıkar, bunu al" sözündeki asıl murad nedir?
Cevşenü’l-Kebîr’i okurken, insan, bu muradın ipuçlarını, idrakinin elverdiği ölçüde kavramaya başlamaktadır.

Bu kudsî münacat, her noktadaki acz ve ihtiyacımız karşısında, sığınma ve başvuru adresi olarak, yalnızca Rabbü’l-âlemîn’i gösterir. Kendimizin yanısıra sair sebeplerin, yani tüm mahlukların acizlik ve zayıflığını gözler önüne sererek, bizi, başvurumuza cevap vermeye muktedir doğru adrese sevkeder. Herşeyin O’nun kudret, ilim ve iradesiyle olduğunu; O dilemezse, tüm dünya lehimize gözükse bile bunun bir işe yaramayacağını bildirir.

O kudsî münacatı okurken, hissederiz ki, biz kendiliğimizden burada değiliz. Tesadüfen de burada değiliz. Hayy-ı Kayyum, Faalün limâ yürid, Cemîl-i Zülcelâl olan bir Zât-ı Ehad-ı Samed’in sanatıyız. Ve O’nun izin ve kudretiyle yaşıyoruz. Bizi yaşatan, yediğimiz ekmek, içtiğimiz su değil. Keza, zırh giydiğimiz için savaşta ölmekten kurtuluyor değiliz. Sebepler dairesinde dergâh-ı ilahînin kapısını çalma anlamına gelen fiilî dualarda bulunuruz; ama sonucu, o sebepler perdesinin arkasında işgören Müsebbibü’l-Esbab verir. Hayatımızı devam ettiren de O’dur; midemizi doyuran da. Kalbimize iman ve ubudiyet gibi manevî gıdalar veren de O’dur; düşmanlarımız ve musibetler karşısında bizi koruyan da...

Kısacası, zırh giydiğimiz için ölmüyor değiliz. Zırhı giyerek yaptığımız duaya mukabil, Rabbimiz bizi muhafaza buyurduğu için oklardan ve mızraklardan azadeyiz.

Cebrail aleyhisselâm, Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) Cevşen’in makamını, önemini ve muhtevasını belirten o sözü söylerken, aslında tüm ümmete bu mesajı iletmiştir. Bu söz, Cevşen’i hakkıyla okuyun; ve, hadsiz tehlikeler, hastalıklar ve felâketler karşısında merciinizin yalnız ve yalnız Rabb-ı Rahîm ve Kadîr-i Hakîm olduğunu derkedin, demektedir. Böylece, sebepleri merci tanımaktan; merci bildiğiniz o sebeplerin acizliği ve yetersizliği karşısında aklen, kalben ve ruhen kahrolmaktan kurtulun, demektedir. İhtiyaçlarınıza karşı meded, düşmanlarımıza karşı dayanak noktası olarak O size yeter; Cevşen işte bunu belletir, mesajını vermektedir.

Yoksa, Cevşen hiç okunmadan, mânâları hiç tefekkür ve tezekkür edilmeden saklanırsa, Rabbimiz bizi gene de koruróher daim korumaktadır zaten. Her saniye bir kanser hücresinin var olduğu bir bedene; her dakika bir mikrobun içeri girdiği bir vücuda sahip olan bizleri, lenfosit, eritrosit, trombosit.. gibi miniminnacık maddeleri istihdam ederek koruyagelmiş, bu yaşa kadar yaşatmıştır meselâ. Ama bize doğru adresi gösterip şirk ve esbab çukurlarından uzak tutan eşsiz bir kudsî münacatın tanıttığı Rabb-ı Rahîm’den değil, o münacatın kendi ‘nesne’sinden medet umuluyorsa, en başta Cevşen’in ders verdiği en birinci hakikat çiğnenmiş olmaktadır. Bâki bir hayatın önsözü olacak imanî bir şuurun mübelliği olan o pırlanta, üç günlük dünya hayatı için sarfedilip heba olunmaktadır.

Oysa o ilahî hediye, Rabbimizi binbir ismiyle tanıyıp yalnız ve ancak O’na yönelerek şu dünya hayatını ebedî bir cennetin giriş kapısı kılmayı öğretmektedir.

"Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?"

CUMHURİYET : Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli.
Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç tatbik şekli vardır.
1- Parlementer hükûmet: Hükûmeti meclisler karşısında bağımsız sayan şekil.
2- Meclis hükûmeti: Hükûmeti meclise bağlı sayan şekil.
3- Başkanlık hükûmeti: Devlet ve hükûmet başkanı aynı kişidir ve halk tarafından seçilir. Hükûmeti başkan kurar, başkan değiştirir. Başkan meclislere karşı bağımsızdır. (Amerika'daki gibi.)

(Cumhuriyet ki: Adalet(Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf) ve meşveret (İşlerin konuşup anlaşma yoluyla halledilmesi.)ve kanunda inhisar-ı kuvvetten(Kuvveti bir elde, tek elde bulundurma.) ibarettir. H.)
----------------------------

BİR GÖRUŞ

ellerinde belli guç vehmeden ve kendinilerini istikbal kapıları açmak isteyenler engel gördukleri veya karakterleri gereği duşman gördukleri -bildikleri karşiliğında sığındıkları kaypak kavramlara bir silah gibi sarılmaktadırlarKavramların büyüsüDil ve özellikle bazı kavramlar, son birkaç asırda daha önce kazanmadığı bir değer kazanmış ve özellikle belli modern akımlar, top-tüfekten çok, bu kavramların büyüsüyle kendilerini belli kesimlere kabul ettirmiştir.
Buna paralel olarak, medyanın son bir-iki asırda çok önemli bir kuvvet haline gelmesi, dilin ve bazı kavramların, kendilerine olağanüstü denebilecek bir tesir sahası edinmesinde en önemli rollerden birini oynamıştır. Okuma-yazma bilmenin önemini kimse inkar edemez
Fakat, Alman eğitimcilerden Wolfgang, "İnsanlardan sürüler elde etmenin en iyi yolu, onları okuyucu yapmaktır" der. Medyanın, bilhassa bu asrın ikinci yarısında, yazılı basına ek olarak görsel alanda da alabildiğine yaygınlaşması, ilmin aksine cehaletin artmasına yol açmıştır dersek, yanlış bir yargıda bulunmuş olmayız.

bu çoğu yanlış azı doğru, alabildiğine yüzeysel kültür, ilmi derinleşmenin önüne set çekmiştir. Medyanın, belli kavramların yaygınlaştırılmasında tam bir 'medya' (medya, kelime anlamıyla "ortam vasıta" demektir) fonksiyonu görmesiyle, bu cehalet, tarihte eşi görülmedik boyutlara ulaşmış ve ne yazık ki, belli siyasi hakimiyetler Son dönemde, tamamen belli ve kimsenin meçhulü olmayan faktörlerle genel tum muslumanları vurabilmek için ve Cumhuriyet karşıtlığı ile suçlayabilmektedirler.

Bir defa, bu suçlamayı yapanlar, Türkiye'de halk çoğunluğunun düşünce, hayat anlayışı, dünya görüşü, inancı, geleneği ve tarihine ters düşen, dolayısıyla, Hadi Uluengin'in ifadesiyle, halk katında 1000'de 0 virgüllerle ifade edilebilecek bir yere sahip kimselerdir. Bu durumda demokrasi ve cumhuriyetin temel ilkeleri açısından, bu kişilerin demokrat ve cumhuriyetçi olabilmeleri ve sayılabilmeleri kat'iyyen mümkün değildi

karşıtı suçlamalara maruz bırakanların çok çok üstünde olduğu gibi, bu suçlamayı yapanlar, düşünce ve dünya görüşleri açısından da asla demokrat ve cumhuriyetçi sayılamazlar. Çünkü, dün olduğu gibi, bugün de hala tarihi maddecilikte ve Marksist ideolojide ısrar edenlerin, demokrat ve cumhuriyetçi olmaları; ancak bir tebessüm sebebi olabilir. Çünkü, bir defa, tarihi maddecilik, ana felsefesi gereği, insana kendi kaderini çizmede hiçbir imkan tanımadığı gibi, Marksizm de, bir proleterya, yani sınıf diktatörlüğü öngörmektedir ve esasen yıkılıp gitmiştir. İşte, bu iflas edişin acısı ve sancısıyla kıvrananlar, onun tam karşısında gördükleri İslam'a ve dolayısıyla muslumanlara düşmanlıkta bulunmayı adeta varlık sebebi, ayakta kalabilme sebebi haline getirmiş bulunmaktadırlar.

demokrasi ve cumhuriyet karşıtlığı ile suçlayanlar, eskiden beri halkın değerlerine ve dünya görüşüne karşı, "halka ve ülkeye biz yön vermeliyiz" anlayışında, zaman zaman bazı gazetelerde gördüğümüz üzere (örneklerini istenildiği kadar verebiliriz) demokrasiye, "sandıksal demokrasi" diye karşı çıkıp, halkın tercihine karşı yapılan her türlü müdahalelerde başı çekmiş ve esasen halkın tercihinin yönetime yansımasını bir türlü hazmedememiş kesimlere mensupturlar. Bunları halk da, gerçek demokrat ve cumhuriyetçi aydınlar da çok iyi tanımaktadır ve esasen halk ve gerçek aydınlar nazarında hiçbir yerlerinin olmadığını kendileri de bilmektedir. Bu şekilde, demokrasi ve cumhuriyetle öyle çok fazla alakaları olmayanların, muslumanları demokrasi ve cumhuriyetin karşı tezi olarak suçlamaları, belki etkilemek istedikleri bazıları üzerinde kısmi etki yapabilir ve bu şekilde kendi kendileriyle tatmin olabilirler. Fakat bu, hiçbir zaman gerçeği değiştirmez ve "bir dane-i hakikat, bir harman yalanı yakmaya yeter."


---------------------------------------------------------

GUZEL BİR ANEKTOD

küçük kardeşi Mehmed kendisine yemek getirmektedir. “ Said nursi”, yemek içerisindeki taneleri, kubbenin etrafında bulunan karıncalara vermekte, kendisi ise ekmeğini yemeğinin suyuna batırarak karnını doyurmaktadır.Kendisine niçin böyle yaptığı sorulduğunda şu cevabı verir:Bunlara hayat-ı içtimaiyeye(sosyal hayata) malikiyet (sahip olma)ve fevkalade vazifeşinaslık (Vazifesini bilen.) ve çalışma bulunduğunu müşahede (Görme, seyretme, şâhit olma) ettiğim için cumhuriyetperverliklerine(Cumhuriyeti seven. Cumhuriyetçi) mükâfeten kendilerine muavenet etmek [yardım etmek] istiyorum.”
------
[Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir kıssa-i müdafaayı beyan ediyorum.]
1935'te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde Orada benden sordular ki: "Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?"
Ben de dedim: "Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum." Sonra dediler: "Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun."( Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ilk rehberleri, İslâmın ilk dönemlerinin sâlih insanları) Cevaben diyordum: "Hulefâ-i Râşidîn(Kur`ân hakikatlerinden taviz vermeyen, dört büyük halife.); hem halife(Dinî hükümlerin tatbiki için Resul-i Ekreme (a.s.m.) vekil olan devlet başkanı,), hem reisicumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber(Doğruluktan aslâ tâviz vermeyen ve inandıklarını harfiyen yaşayan en büyük insan.; Hz. Ebû Bekir`in lâkabı.) (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye (Peygamberimiz(a.s.m)tarafından hayatta iken cennetle müjdelenen on sahabi.(Hz.Ebû Bekir bin Ebî Kuhâfe; Hz. Ömer bin-il-Hattâb;Hz. Osman Bin Affân; Hz. Ali Bin Ebî Tâlib; Hz. Talha bin Ubeyd-illâh; Hz. Zübeyr bin-il-Avvâm; Abdurrahman bin Avf; Ebû Ubeyde bin-il-Cerrah; Said bin Zeyd; Sa`d bin Ebî Vakkas) ve Sahabe-i Kirama(Cömert ve şeref sahibi Sahabeler.) elbette reisicumhur(Cumhurbaşkanı.) hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti (adaletin hakikatı, gerçeği ) ve hürriyet-i şer'iyeyi(Şeriatın tarif ettiği hürriyet) taşıyan mana-yı dindar(dindar mana) cumhuriyetin reisleri idiler."

13 Mayıs 2007 Pazar

Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna..

Lütfunu esirgeme ey Rab bu kuluna ki, azığı pek kalîl,
İflas etmiş olsa da sadakatle yine kapına geldi ey Celîl!


Günahı pek büyük; Sen o günahları yarlığa ne olur, Hali de pek acip, hem günahkar bir abd-i zelîl.
Onun ki isyan üstüne isyan, hata üstüne hata, Senden ihsan üstüne ihsan, hem de atâ-yı cezîl,


Kum taneleri sayısınca günahlarından Sana sığınıyor, N’olur müsamahanı göster de sil onları ey Cemîl!
Nice olur halim, yok defterde işe yarar bir fiil, Düşmüşlüğüm çok, taate gelince pek kalîl,


Ruhumun yaralarını sar da, hâcâtıma kıl bir çare, Sen Şâfî-i Hakikî, ben de kalbi sakîm bir alîl.
Beni yakan ateşe de ‘berd ü selam ol’ de ey Allah’ım, Bir zaman dediğin gibi fî hakk-ı Halîl,


Sensin Şâfî, Sensin Kâfî, evvel-âhir her işte, Ente Rabbî, Ente hasbî, Ente lî ni’me’l-Vekîl.
Cömertliğine yoktur sınır, fazlınla bu kulunu sevindir, Gönlümü şâd eyle, göster de en güzel bir delil,


Saç rahmetini üzerimize, hem emin kıl korktuğumuzdan, Ya İlahî!
Sensin yegane hüküm sahibi, münadin de Cebraîl.
Nerde Musa, nerde İsa, nerde Yahya, nerde Nuh, Sen ey âsî nefis, dön de ara bul bir Mevla-yı Celîl!

Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Bütün mal ve mansıp sahipleri kapılarını sürmelediler. Sen’in yüce dergahının kapısı ise asla kapanmaz ve dilekte bulunanla

Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Bütün mal ve mansıp sahipleri kapılarını sürmelediler. Sen’in yüce dergahının kapısı ise asla kapanmaz ve dilekte bulunanlara her zaman açıktır. Ya Rabbî, Ya İlahî! Yıldızlar gaybûbet âlemine, gözler de uykuya daldılar.

Sen ise, ey Rabbim, Hayy’sın, Kayyûm’sun; uykudan, uyuklamadan sonsuz defa münezzeh ve müberrâsın. Ya Rab! Gece, karanlığıyla mevcûdâtın üzerini örtünce döşekler de seriliverdi ve sevenler sevdikleriyle başbaşa kaldılar. Sen, Sen’in yolunda, Sana ulaşma istikametinde cehd ü gayret içinde bulunanların biricik sevgilisi, (benim gibi=zap) yalnızlık gurbetine maruz kalanların da yegane enîsisin!

Ya İlâhî! Ulu dergâhına sığınan bu (beni=zap) kimsesiz kulunu kapından kovacak olursan ben gidip hangi kapıya iltica edebilirim ki! İlâhî! Yakınlığından mahrum edersen beni, o zaman ben kimin yakınlığını umabilirim ki! İlâhî! Şayet Sen bana azap etmeyi murad buyurursan, ben biliyorum ki, cezalandırılmaya fazlasıyla müstehakım! Fakat affınla (beni=zap) sarıp sarmalarsan, o da Sen’in lütfun ve keremindir. Ya Seyyidî, ya İlâhî! Marifet erbabı kulların Sen’i bulduklarında Sen’den başka ne varsa hepsinden yüz çevirmişlerdir. Salih kulların Sen’in fazlınla necâta ermişlerdir. Taksîratı pek çok(ben=zap) günahkarlar da “Tevbe, ya Rabbi!” deyip yine Senin kapına yönelmişlerdir.

Ey affı güzel Rabbim! Ne olur, affının serinliğini ve marifetinin halâvetini (benim=zap)benim ruhuma da duyur ve beni onlarla doyur! Her ne kadar ben bunlara lâyık olmasam bile, haşyetle önünde iki büklüm olup ikâbından sakınılmaya lâyık olan da, mücrimlerin günahlarını bağışlama şanına yaraşan da yalnız Sen’sin! ya İlâhî! benim gibi mücrimlerin günahlarını bağışlamak şanına yaraşan da yalnız Sen’sin! kapindan kovma. kovarsan baska kapi yokki siginalim Ya Seyyidî sana sigindim bu azad olmaz koleni bagisla sen sana yakisani yaparsin ben bana yakisan nankor adi biryim 18.000 alami hatirina yarattigin muhammet-mustafa ( s.a.v ) hatirina sen beni bagisla bini mutcaviz mucizeler sahibi muhammet-mustafa ( s.a.v ) hatirina sen beni bagisla en guzel ve gercek sevgiyi ondan ogrendigimiz muhammet-mustafa ( s.a.v ) hatirina sen beni bagisla ne varsa iyi ve guzele dair onun elinden aldigimiz muhammet-mustafa ( s.a.v ) hatirina sen beni bagisla kizini diri diri gomen caniyi adalet ve iylik timsaline ceviren mucizeler sahibi muhammet-mustafa ( s.a.v ) hatirina sen beni bagisla

yetim dogup-oksuz buyuyup tum yetimlerin ve oksuzlerin hamisi olan muhammet-mustafa ( s.a.v ) hatirina sen beni bagisla pazartesi-sali-carsanba-persenbe-cuma-cumartesi-pazarlarin sahibi sabahin-gecenin sahibi yazin-kisin sahibi varın ve yoğun sahibi allahım ya İlâhî! benim gibi mücrimlerin günahlarını bağışlamak şanına yaraşan da yalnız Sen’sin! -muhammet-mustafa ( s.a.v ) hatirina sen beni bagisla
ne olur sen bizi bagisla
ya rabbii ne olur sen bizi bagisla
ya rabbii ne olur sen bizi bagisla
ya rabbii amin amin amin

terorist musluman mıdır ? ... İslamiyette terörün yeri var mıdır ?

Din ile şiddet birbiriyle uyuşur mu ?
İslamiyette terörün yeri var mıdır ?
Din adına adam öldürülür mü

http://www.nurpenceresi.com/index.php?oku=916

Ey Rabb-i Rahîmim!

Ey Rabb-i Rahîmim!

Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîminin dersiyle anladım ki: Başta Kur'ân ve Resûl-i Ekremin olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerin tecellileri daha parlak bir sûrette ebedü'l-âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde rahîmâne cilveleri, nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şa'şaalı bir tarzda dar-ı saadette istimrarına ve bekasına ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların, ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına icma' ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.
Hem, yüzer mu'cizat-ı bâhirelerine ve âyât-ı kâtılarına istinaden, başta Resûl-i Ekrem ve Kur'ân-ı Hakîmin olarak bütün nuranî ruhların sahipleri olan peygamberler ve bütün münevver kalblerin kutupları olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların mâdenleri olan sıddîkînler, bütün suhuf-u Semâviyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza eden kudsî sıfatlarına ve şe'nlerine ve senin izzet-i celâline ve saltanat-ı rubûbiyetine itimaden, hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını bildiren hadsiz keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bulunan itikadlarına ve imanlarına binaen saadet-i ebediyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet için cehennem ve ehl-i hidâyet için cennet bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar, kuvvetli İmân edip şehadet ediyorlar.
----------------------------------------------------------------
dualarınızda banada yer ayırmanız istirhamımıla
zekeriyya

O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır

- Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. (Âl-i İmran Sûresi: 3:173.)
O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır. (Enfal Sûresi: 8:40.)

- Bize bahşettiği İmân ve İslam nimeti için yağmurun katreleri, denizlerin dalgalaları, ağaçların meyveleri, çiçeklerin nakışları, kuşların nağamatı ve nurların lemaatı sayısınca Allah'a hamdolsun. Ve her türlü halde bize in'am ettiği bütün nimetleri için, bütün çağlardaki bütün nimetleri adedince Allah'a şükürler olsun. Hem, iyilik ve hayır sahiplerinin efendisi Muhammedini'l-Muhtar (a.s.m.) efendimize, onun pak aline ve nur saçan hidayet yıldızları ashabına gece-gündüz devam ettiği müddetçe salat ve selam olsun.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Misafir olan bir kimse, seferinde çok yerlere, menzillere uğrar. Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur.
Kezalik, Allah'ın yolunda sülûk eden zat çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki, bunların da herbirisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır. Bu şartları ve perdeleri birbirine halt edip karıştıran, galat ve yanlış hareket eder. Meselâ bir ahırda atın kişnemesini işiten bir adam, yüksek bir sarayda andelibin terennümünü, güzel sadâsını işitir. Eğer o terennümle atın kişnemesini fark etmeyip andelibden kişnemeyi talep ederse, kendi nefsiyle mugalâta etmiş olur

Niyazıma da Rahman ve Rahîm Rabbim’in ism-i celîliyle başlıyor ve O’nun inayetine sığınıyorum.

Niyazıma da Rahman ve Rahîm Rabbim’in ism-i celîliyle başlıyor ve O’nun inayetine sığınıyorum.
İlâhî, işlediğim hatalar ve günahlar ruhuma zillet urbası giydirdiler. Bir de Sen’den cüdâ düşünce kendimi bütün bütün meskenet libasının içinde buldum ve hadd ü hesaba gelmez, kocaman kocaman kabahatlerim hep kalbimi kararttılar.
Bahtına düştüm, ey biricik Matlûb’um, Maksûd’um, Mahbûb’um; ne olur, tevbemi kabul, kalbimi de ihya buyur! Andolsun ki, günahlarımı affedebilecek, yaralarımı sarıp tedavi edebilecek Sen’den başka hiçbir kimse bilmiyorum.
İşte yüce dergahına geldim; boyun büküyor, huzurunda kemerbeste-i ubûdiyet içinde elpençe divan duruyor, affına iltica ediyorum. Eğer beni kapından uzaklaştırırsan, ben gidip hangi kapıya sığınabilirim?! Şayet huzurundan kovacak olursan ben kimden sığınma talep edebilirim?!
Vah bana vah! Ne kadar utanılacak bir durumdayım. Yazıklar olsun bana, günahlara ne kadar dalmış, Rabbimin istemediği yerlerde ne kadar da çok dolaşmışım!
Ey en büyük günahları bile bağışlayan ve en büyük kusurları, eksikleri bile sarıp sarmalayan Rab! Sen’den, en kahredici günahlarımı bile bağışlayıp yok saymanı, yüzümün karası suçlarımı örtmeni, kıyamet gününde affının ve gufranının serinliğinden ve bağışlayıcılığının güzelliğinden mahrum etmemeni diliyorum.
Ya Rabbî ve ya İlâhî! Günahlarımı rahmet bulutlarınla ört; ayıplarımın üzerine de merhamet ve şefkat bulutlarını gönder!
İlâhî! Sahibinden kaçan bir köle döndüğü zaman sahibinden başka kime iltica edebilir ve yine sahibinin gazabından onu başka kim koruyabilir?!
Rabbim! Günahlara tevbe etmenin karşılığı gönülde(n) duyulan nedametse şayet, Sana yemin ederim, yapıp ettiklerimden bin kere, yüz bin kere pişmanım. İstiğfarda bulunup Sen’den bağışlanma dile(n)mek hataların defterden silinmesine bir yolsa şayet, ben yürekten istiğfarda bulunuyor, bu nâçar kulunu da yarlığayacağını ümid ediyorum. Evet, ümidim budur ve hoşnutluğunla gönlüme sürûr salacağın âna kadar da bu kapıyı asla terketmeyeceğim.
Allah’ım! Kudretin hakkı için tevbemi kabul buyur.. Sen Hâlîm’sin, affetmeyi seversin; beni de affet.. aczıma, zaafıma, çaresizliğime nigehbânsın; halime merhamet et!
Allah’ım! Kullarına afv u mağfiret kapılarını açan Sen’sin. Onu tevbe diye isimlendiren ve "Ey mü’min kullarım! Samimi bir tevbe ile Rabbiniz’e teveccüh edin!" diye emir veren ve davette bulunan da yine Sen’sin. Sen kapıları bu kadar açtıktan sonra, o kapıyı kullanıp dergahına iltica etmeyen gafillerin daha hiçbir mazereti olamaz.
Rabbim! Günahın çok çirkin olduğu ve Senin lûtuflarını idrak etmiş kapı kullarına, yaraşıp yakışmadığı muhakkak; fakat, affın, Sana çok yakıştığı da apaçık bir hakikat.
Rabbim! İsyan vadilerine yuvarlanıp sonra da yaptığı âsîliklerden dolayı tevbe kapısının tokmağına dokunan, sayılamayacak kadar hatasına, kusuruna ve günahlarına rağmen Sen’in rahmet, şefkat ve merhamet esintilerini hırz-ı cân ile bekleyen ve Sen’in, bütün bu recâ ve beklentilere lütf u keremle mukabelede bulunduğun ilk kişi ben değilim.
Ey ızdırar içerisinde hafakanlar yaşayan muzdarr kullarının niyazlarına icabet buyuran.. ey zararları kaldırıp telâfi eden.. ey iyilikleri karşılıksız ve en büyük olan.. ey gizli gizli cereyan eden işlere de nigehbân olan Yüceler Yücesi Allah’ım! Huzuruna sermayesiz geldim; nâçâr, Senin cömertliğine ve keremine sığınıyor, rahmet denizlerinden ben de hissedar olmak istiyorum. Dualarıma icabet buyur ve beni ümitlerimde, dileklerimde haybet ve hüsrana uğratma.. tevbe ile teveccühümü karşılıksız bırakma!
Ey merhametlilerin en merhametlisi Mevlâm! Bu bendene de lütf u ihsanla muamelede bulunup hata ve günahlarını affet, ne olur!..

Ekmeksiz Yaşarım, Hürriyetsiz Yaşayamam

Ekmeksiz Yaşarım, Hürriyetsiz Yaşayamam .............

http://www.youtube.com/watch?v=-r194wwLgBU

dualarınızda banada yer ayırmanız istirhamımıla saygılarımla zekeriyya

Emin misiniz ?

Yağmurun birgün dinmeyeceğinden, hiç bitmez görünen hayat ırmağının birgün kurumayacağından, sizi alıp diyardan diyara gezdiren rüzgârın duruvermeyeceğinden Emin misiniz ?
Hep atan yüreğinizin duruvermeyeceğinden, gören gözünüzün hep göreceğinden, duyan kulağınızın hep duyacağından Emin misiniz ?
"Ben olmazsam olmaz" dediğiniz işlerin asla sizsiz yapılamayacağından, siz olmazsanız dünyanın duruvereceğinden, seslendiğinizde titrettiğini sandığınızşu dağların hep emrinizde olacağından Emin misiniz ?
Size uzanan ellerin hep yanınızda olacağından, yüreğinizi verdiklerinizin birgün sırtlarını dönüp gitmeyeceğinden Emin misiniz ?
Boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan hakkını alacağı günde; balıklardan kuşlara, ağaçlardan güneşe, üzerindeki mesajları okuyup anlamadığınız yaratılmışların sizden şikâyetçi olmayacağından Emin misiniz ?
Size hep açık duran ilahî kapıların birgün kapanmayacağından ve şaşırıp kalmayacağınızdan Emin misiniz ? Karanlığın içinde kaybolup giden çığlıkları duyabildiğinizden, yüreğinizdeki ışıktan başkalarına da verebildiginizden Emin misiniz ?
Güzel bir hayat yaşadığınızdan, yapabileceğiniz herşeyi yaptığınızdan Emin misiniz? Bütün bunlar için bir kere daha fırsatınız olacağından Sahiden emin misiniz ?
---------------------
dualarınızla

FELEĞİN TERSİNE DÖNDÜĞÜNÜ düşündüren tablolardı. Ateşe su, suya ateş diyenler; aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık diye tarif edenler vardı.

FELEĞİN TERSİNE DÖNDÜĞÜNÜ düşündüren tablolardı. Ateşe su, suya ateş diyenler; aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık diye tarif edenler vardı. Kök anlamı ‘barış’ ve ‘esenlik’le kardeş olan bir din, nicedir savaşla ve hatta terörle eşanlamlı olarak anılır haldeydi artık. Kız çocuğunu diri diri gömen insanları durduk yerde karıncaya basmaktan, haksız yere en küçük bir cana kıymaktan çekinir hale getiren bir din, kadına düşmanlık, cana düşmanlık, hayata düşmanlık simgesine dönüşmüştü kimi zihinlerde. Cahiliye içindeki bir toplumu alıp kendini bilmenin, haddini bilmenin, Rabbini bilmenin zirvesine ulaştıran; kız çocuğunu diri diri gömen Ömer’i alıp eleğinden geçirip Dicle kenarında ayağı incinen kuzunun dahi tasasını çeker hale dönüştüren; bedevî bir topluluğu medenî bir ümmet haline getiren; ilk şehri Medine’yi bir medeniyet evreni kılan bir dindi o. Ama ne yazık ki, milyonlarca kez yazık ki, gerilik, haksızlık, cahillik ve kabalıkla beraber anılır haldeydi artık. Böylesi bir zaman, feleğin gerçekten tersine döndüğü bir zaman değilse, neydi? Gördüklerimiz, feleğin tersine döndüğünü düşündüren tablolardı.
---------------------
arzu ederseniz yazının devamı bu adreste
http://www.karakalem.net/?article=321#rev

"Bismillâhirrahmanirrahîm" hürmetine, rahîmiyetine yaraşır şekilde bize merhamet et

Ey Rahmân ve Rahîm olan Allah'ım! "Bismillâhirrahmanirrahîm" hürmetine, rahîmiyetine yaraşır şekilde bize merhamet et, Rahmâniyetine yaraşır şekilde, bize "Bismillâhirrahmânirrahîm"in sırlarını anlamayı nasip eyle. Âmin.
---------------------------------------------------------------------
Allah'ım! "Bismillâhirrahmânirrahîm"in sırları hürmetine, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta ve onun bütün âl ve ashâbına, Senin rahmetine ve onun hürmetine yaraşır şekilde salât ve selâm eyle. Bize de, Senden başka, hiçbir mahlûkunun merhametine ihtiyaç bırakmayacak bir şefkat ve rahmetle merhamet eyle. Âmin.
-------------------------------------------------------------------------
Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanına kadar bizi emânette emîn kıl. Âmin!
========================================
dua talebim ve saygı ve sevgilerimle zekeriyya

Bismillâhirrahmanirrahîm" hürmetine,

Ey Rahmân ve Rahîm olan Allah'ým! "Bismillâhirrahmanirrahîm" hürmetine, rahîmiyetine yaraþýr þekilde bize merhamet et, Rahmâniyetine yaraþýr þekilde, bize "Bismillâhirrahmânirrahîm"in sýrlarýný anlamayý nasip eyle. Âmin.
---------------------------------------------------------------------
Allah'ým! "Bismillâhirrahmânirrahîm"in sýrlarý hürmetine, âlemlere rahmet olarak gönderdiðin zâta ve onun bütün âl ve ashâbýna, Senin rahmetine ve onun hürmetine yaraþýr þekilde salât ve selâm eyle. Bize de, Senden baþka, hiçbir mahlûkunun merhametine ihtiyaç býrakmayacak bir þefkat ve rahmetle merhamet eyle. Âmin.
-------------------------------------------------------------------------
Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emânetini kabzetmek zamanýna kadar bizi emânette emîn kýl. Âmin!
========================================
dua talebim ve saygý ve sevgilerimle zekeriyya

Allahım! Yüce huzurunda içimi dökmeyi diliyorum; müsadeni istirham ediyor, Senin en son ve en büyük elçin Hazreti Muhammed’e ve aile efradına salât ü

Allahım! Yüce huzurunda içimi dökmeyi diliyorum; müsadeni istirham ediyor, Senin en son ve en büyük elçin Hazreti Muhammed’e ve aile efradına salât ü selam ederek başlıyorum. Rabbim, Senin yardımına müracaatta bulunuyor ve Sana tevekkül ediyorum. Ne olur, ne dünya ne de âhiret meselelerinde beni aczım, fakrım ve çaresizliğimle başbaşa bırakma! Ey buraların ve ötelerin Rahman ve Rahîm Rabbi! İşte kulluğumla kapına geldim ve huzurunda dileniyorum.. zelîlim.. esirinim.. zayıfım.. muhtacım.. iflas etmiş bir çaresizim, ey bütün kâinatı yaratıp arızasız devam ettiren Rabbim! Bahtsızım ama kapındayım ey yardım talebinde bulunanların taleplerini karşılayan Sultanlar Sultanı! Gamlıyım, kederliyim fakat kapındayım, ey tasalı gönüllerin hüznünü gideren Hilm Sahibi! İsyankarım lâkin Senin istediğin iyi ve sadık kimselerden olabilmeyi umarak kapına geldim. Geldim ve günahlarımı huzurunda ikrar ediyorum ey Erhamürrâhimîn! Hatalarımın farkında olarak kapına dayandım ey günahları mahvedip günahkar kullarını affeden Rabbim! Kusurlarımı ve affına olan ihtiyacımı huzurunda bir kez daha itiraf ediyorum ey Rabbülâlemîn! Nefsine zulmetmiş bir zavallı olarak kapının tokmağına dokunuyorum ey zulmedenlerin bile rahmetini umduğu Rabbim! Çok cürümler işledim; acınacak bir halim var. Ben de yüce divanında yere kapaklanıyor, boynumu büküyorum. Yüce Mevlâm! Merhametini esirgeme n’olur! Ben günahkarım, Sense bağışlayansın! Günahkar kulları Senden başka kim bağışlayabilir?! Mevlâm, Mevlâm! Sen yüceler yücesi yegane Rabbsın, bense zavallı bir abdim! Abdine Rabbinden başka kim merhamet edebilir?! Mevlâm, Mevlâm! Sen her şeyin sahibi olan Mâlik-i Hakîkîsin; bense Senin nihayetsiz mülkünde zavallı bir köleyim! Bir köleye onun Sahibinden başka kim şefkat gösterebilir?! Mevlâm, Yüce Mevlâm! Azîz olan Sensin, bense zelîlim. Zelîlleri düştükleri zilletten Azîz olandan başka kim çıkarabilir?! Mevlâm, Mevlâm! Gerçek güç ve kuvvetin hakikî sahibi Sensin. Bense pek zayıf ve güçsüzüm. Zayıf ve güçsüzlere, Güç ve Kuvvet Sahibinden başka kim inayet edebilir?! Mevlâm, Mevlâm! Kerem Senin şanındır; Kerîm de yalnız Sensin. Bense serseri bir zavallıyım. Düşmüşlere Kerem Sahibinden başka kim lütufta bulunabilir?! Mevlâm, Ulu Mevlâm! Rızık hazinelerinin sahibi, Rezzâk-ı Hakîkî Sensin. Bense Senin rızkına her zaman muhtacım! Beni Senden başka kim doyurabilir ve kim rızıklandırabilir?! Mevlâm, Yüce Mevlâm! Sen büyük günah irtikap edenleri bile bağışlayan affı pek bol Gaffâr u Rahîmsin. Benim gibi ömrünü isyan vadilerinde tüketmiş bir günahkarı affına hudut olmayan Senden başka kim affedebilir ki?! Ya Rabbî ve Yâ İlâhî! Nihayetsiz şefkat ve merhametin sahibi Hannân, sonsuz nimetleriyle topyekün varlığa ihsan üstüne ihsanda bulunan Mennân Sensin. Ben de aczimi, fakrımı şefaatçi kılıp kabrin zulmetinden ve darlığından rahmetinin enginliğine sığınarak el-emân, el-emân diyor, Senden eman dileniyorum. Münker ve Nekîr’in cevabı çok zor sorularına ve yürekleri hoplatan mehabetlerine karşı el-emân, el-emân! Kabrin vahşetine, presleyiciliğine ve bütün zorluklarına karşı el-emân, el-emân! Uzunluğu elli bin sene olan bir günün azabından el-emân, el-emân! Senin sıyanet buyurdukların dışında yerde ve göklerdeki herkesin korkudan yüreklerinin ağzına geleceği, Sur’un üflendiği o günün dehşetinden el-emân, el-emân! Arzın müthiş bir zelzeleyle sarsıldığı.. göklerin yazı kağıtlarının dürüldüğü gibi dürüldüğü.. yeryüzünün ve semaların alt-üst edilip başka bir âleme tebdîl edildiği.. bütün insanların kabirlerinden kalkıp Sen’in huzuruna çıkarıldıkları.. herkesin dünya hayatındayken yapıp ettiği şeylerin önüne serileceği ve kafirlerin, ‘Ah, keşke toprak olsaydım!’ diyecekleri günün ürperticiliğinden el-emân, el-emân! Malın-mülkün, evlâd ü iyâlin hiçbir fayda vermeyeceği, sadece selîm bir kalble yüce huzura gelenlerin kurtulabileceği.. arşın derinliklerinden, ‘nerede dünya hayatını isyan derelerinde, cürüm vadilerinde geçirenler? Nerede Allah’a verdikleri söze ihanet edenler ve ömrü bir kayıptan ibaret olanlar?’ diye nida edildiği günün eleminden ve ızdırabından el-emân, el-emân! Rabbim! Yüceler Yücesi Rabbim! Gizlimi de açığımı da bilen Sensin! Lütfen beni mazur gör ve tevbemi kabul buyur! Benim Senin rahmetine, merhametine, şefkatine, inayetine, sıyanetine, hıfz u riayetine ne kadar muhtaç olduğumu biliyorsun. Ne olur dileğimi yerine getir ve beni haybet ve hüsrana uğratma!. Ya Rabbelâlemîn ve Ya Erhamerrâhimîn ve Yâ Ekramelekramîn! Hadd ü hesaba gelmez günahlarımdan ve isyanlarımdan da yine Senin afv u mağfiret deryana iltica ediyor ve yine el-emân, el-emân diyorum. Bilerek ya da bilmeyerek işlediğim zulümlerden ve başkalarına verdiğim eziyetlerden dolayı da el-emân, el-emân! Konumumu, duruşumu, istikametimi koruyamayıp yaptığım yalpalar için de el-emân, el-emân! Heva ve heveslerin oyuncağı haline gelmiş nefs-i emmaremin yaptıklarından/yaptırdıklarından el-emân, el-emân! Rabbim! Merhameti sonsuz Rabbim! Onu yoldan çıkaran kirli arzulardan, mülevves düşüncelerden de ‘of!’ ediyorum! Ayaklarımın kaymasına, kalbimin kararmasına, düşüncelerimin bulanmasına karşı Senin inayet ve sıyanetini dileniyorum. Ya Rabbî! Günahlarım, cürümlerim, hatalarım olsa da ben Senin kulunum. Ey sevdiklerini Cehennem azabından koruyan Rahman ü Rahîm! Ateşe düşmekten beni de koru! Allahım! Şayet merhametinle muamelede bulunup beni affedecek olursan, o Senin şanındandır ve Sana da o yaraşır. Yok eğer azap edecek olursan ben de ona fazlasıyla layık ve müstehakım. Öyle olsam da Senin beni affedeceğine olan inancım katî, ümîdim de tamdır; zira Sen düşenlerin günahlarını bağışlama şanına en çok yaraşan yegane Zat’sın. Bu kıtmir kulunu da bağışla ey Merhametlilerin En Merhametlisi ve ey Yardım Edenlerin En Hayırlısı! Allah yeter ve O’ndan güzel vekîl de yoktur. O’nun dostluğu da bambaşka yardımı da bambaşkadır. Yüce Rabbim! İnsanların en hayırlısı olan Habîbin Hazreti Muhammed’e, âline ve ashabına salât ü selam ederek bu dileklerimi gerçekleştirmeni Senden niyaz ediyorum! Lütfen beni ulu dergahının kapısından geri boş çevirme!...

ÜMİT VE NİKBİNLİK (İYİMSERLİK)

Her şeyin iyi cihetini ve güzel veçhesini görmek, yani imanlı bir nikbinliğe (iyimserliğe) malik olmak, gü­zel huy ve ahlâkla meşru dairede yaşamak ve bundan İlâ­hî bir haz duymak akıl, kalp ve ruhun her zamanki du­rumu ol­malıdır. Ruh, akıl ve kalp eğer maarif-i İlâhiye ile, ilm-i iman ve ma­rifetullahı ders veren Risale-i Nur’la salim ise; en tehlikeli anlarda, bedbinlik veren en ümitsiz hallerde, yaşamayı çok acı bulduğun en bunaltıcı ve buhranlı çağlarda, inim inim in­lediğin saatlerde bile nikbin (iyimser) olabilirsin. Nikbin olmakla da hayatın dağlarvari dağdağaları al­tın­da ezilmekten kurtulmak için şahlar gibi şahlanabilirsin ve şahlanmalısın. Bilhassa yeis, ümitsizlik ve bedbinlik hislerinin sana mu­sallat olduğu devrelerde ve zamanlarda bütün nikbinlik ve ce­saretini ele alarak yeisin attığı sefahet yatağından fırlamalı­sın ve fırlayacak kudretin özünde mevcut olduğunu bilmelisin. Gözlerinin ümit, saadet ve muvaffakiyet sürurunun ve sevincinin parlak kıvılcımlarıyla parladığını âyineye bakıp görmelisin. Sakın hiçbir zaman deme ki; her işin kötü gittiği bir sı­rada, insan nasıl ümitvâr ve nikbin olabilir? Nikbin bir vaziyete sahip olmak demek; daima kuvvet-i imanla dayanmaya, en kötü durumlarda bile herşeyi iyi görmeye, hadiseleri mümkün olabilen en müsbet, yani en olabilir taraflarını elde edebilecek surette karşılamaya hazır bulunan ruhun müsbet bir durumuna erişmektir. Ruh böyle bir durumu birden bire elde edemez. Ancak bilmelidir ki irade, sabır, sebat ve enerji ile herşeye vasıl olunur. Gelişigüzel yaşayan adam ölüme sürüklenir. Hadiseleri ve güçlükleri yenmek elinde değilse bile hiç olmazsa kendi kendine telkinlerde bulunmalısın ve istiğfar ve “hasbünallâ­hu ve ni’me’l-vekil” duasına devam etmelisin.